Öylece Olanın içinde SAVRULMAK

   Tüm bu soğuk iklimlerin en köşesinde öylece olan, olmayı sürdüren ve hatta içinde bir cız hissi yaratan melankolik bir parçanın ritmi gibi olacak olan. Piyanonun nazikçe dokunulan bir notası olmak isterken, parmakların sert bir şekilde vurduğu darbelerden ibaret, hoyrat notası olduğun an, anlar. 

    Döngüler silsilesi... Bir döngünün içinde savrulan kurban... Fakat hiçbir zaman efsanevi bir şekilde gökten koyun düşmüyor. Ama bazen kurban adı altındaki bu kişi gökten düşebiliyor. Hemde en yüksekteyken bir bakmışsın ki yerde, tüm kimliğinlesin. Halin yok. Bu döngüyü kaç kez yaşadın? Saymadın, bilmiyorsun. Alışmış olman mı daha büyük sorun yoksa bu döngüden defalarca yerde uyanman mı? 

Sen kimsin? Sen kimdin? Sana ne oldu?

    Bazen sonuçları bilsek dahi devam etmek isteriz o kadar isteriz ki sonucu  bir anlığına unuturuz. Arzu-acı ütopyasını en derinlerde hissetmekten zevk alırız. Sanki arzu tek başına o kadar anlamsızdır ki onu tek başına acısız, yalın bir şekilde kabullenmek istemeyiz. Arzu tek başına neden yer edinemez? Üstelik böylesi daha kabul edilesi ve yalınken. Tepeden düşmenin, bir poşet gibi değersiz kılınmanın süregelen öfkesi... Peki bu öfke arzu-acı ütopyasının ana maddesi mi? Yoksa tetikleyen, eyleme geçirmek isteyen iki hecelik, olmak için var olan bir kelime mi? Eylemler, eyleme geçmek, bu durum kendiliğinden var olmuyorsa bir kriz sırasında ortaya çıkıyorsa, aslında eyleme geçmek gerçekten gerekli mi? Ağzımızdan çıkan her şey bizi eyleme tetikler. Bazen ağızdan çıkan şeyler ne de kolay, sanki dil kaslarımız ve konuşma yetimiz hiç böylesine basit cümleler kurmamıştır. Ben merkezli, çabalamaya gücü olmayan cümleler. Yalın, anlaşılır, net. O kadar iyi anlıyorsun ki. Küçücük bir dil kası size kendinizi rüzgarda savrulan şeffaf bir poşet gibi değersiz hissettirebilir. Tam bu esnada parmak gökyüzünü gösterdiğinde orada olmanın öfkesi. Defalarca bir fotoğrafta bulunmanın ve hoyratça koparılmanın arzu-acı öfkesi. Ama bir noktada değersiz hissettirilmek aslında değersiz olmak değildir. Ve ne yaparsanız yapın naçizane fikrim bir görüşün sonucunda değersiz hissediyorsanız bu sizden kaynaklı değil aksi durumda his olayın çok dışında kalacaktır. Yani kendizi görmek istemediğiniz sahnede gördünüz diye kimse sizde değer tabusu oluşturamaz. Zaten bir noktada değer kaygısı neden? Değerli hissetme çabası neden? Bir kere de birisi için, bir şeyler için değersiz olalım ne kaybedebiliriz. Bence bir çok şeyi kazanmışız bile. En başında kendini kazandın. Şu anki olduğun kişi, bakış açın, çıplaklığın, bıraktığın izler, tüm bu yaşadıklarından ve yaşıyor olduklarından şekillenmiyor mu? Çamurken, heykelin yapılmadı mı? Yani tüm bunlar sonucunda mükemmel kişi olma çabası neden? 

    Ben mükemmel değilim.. Bu cümleyi aynaya karşı yüksek sesle tekrarladığınızda, insana kendini bu denli hür hissettiren bir cümle olamaz. Ve sadece ben isteğimde yine ben olacağım. Ben yoksam eğer, bu detaylarım oldukça anlamsız. Amelie filminde o replikteki gibi, kimsenin fark edemeyeceği detayları görmeyi çok seviyorsan eğer, sen zaten başyapıt değerindesin. Ve bu olaya kocaman bir farkındalık yükleyebiliriz. Ve sen, ben, okuyan kişi, tüm bu detaylarımızla, kusurlarımızla, farklı vücut uzuvlarımızla, doğum izlerimizle, dakikada kırptığımız kirpik sayımızla güzeliz. Ve iyi ki varız bir poşet gibi hissettirilişimizin soğuk rüzgarında. Çünkü biliyoruz gölge konumuna sürüklendirilen bu insanın, ışıkla gölge olmaktan uzaklaşacağını. Işık geldiği anda yok olmamız gerektiğini, kendi benliğimizde olmamız gerektiğini biliyoruz. Körler ülkesinde gören gözlere sahip olmak, tüm bunları hissettirebilir. Klasikleşen ve oldukça can sıkıcı bir hal alan, çağ sorunu kör olmak... Ama sen renklerin ne kadar güzel olduğunu biliyorsun, hatta bazen siyahı da makbul diyorsun. Ve kör gözler gördüğünde sen beyaz bir kuş tüyü gibi savrulacaksın, düşmekten korkmayarak, kendi benliğinde.. Ve hiç ürkmüyorsun sen olmaktan, aslında değer kavramının sadece kendi tutsaklığında var olduğunu anladın. Ve o kadar hür ve güzelsin ki rüzgarda, seni sen yapan her şeyinle... 

Bazen;

Yıldızları süpürürsün farkında olmadan, 
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...

    Shakespeare... Hem ölüp, hem de bu çok sevdiğim dizelerde nasıl yaşayabilir? Bu dizeyi her okuduğumda şu anımı değerli kılıyorum ve korkuyorum arkamın dönük olmasından... Ve tüm benliğimle her şeyimle, iyi olan hiçbir şeyi hayatımdan çıkarmak istemiyorum. Tüm güzel şeyler bu zaman algımızda uçup gitmeden, fark etmek istiyorum. Zamanın bu kadar hızlı geçişini her anımsadığımda bu dizeleri bir kez daha okuyorum. Tüm bu yakınmalar, kötü hissettiren tüm bu olaylar, kucağımızda kocaman bir güneş olduğunu lütfen bize unutturmasın... Ve sen de ciğerinde çiçekler açtığında ve en güzel tınıları duyduğunda bu dizeleri anımsamalısın. 
Son olarak yıldızlar, süpürülemeyecek kadar güzel ve değerliler, üstelik gece olduğunda...
 
İşte Senin İçin Karanlıkta Parlayan Bir Yıldız Olmanın Parçası: Jonathan Bree-Roller Disco

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

EĞER SEN DE ROMA SERAMİKLERİNE HAYRANSAN...

Heykeltraş Polyromarchos ve Antik Heykeltraşçılığa Katkısı

UKDELERİMİN İSTİKRARI