Çorak bir ülkede KİM olmak
Zaman ve bellek arasında sıkışıp kalınan, soğuk duvarlı sokratik konuşmaların yerine kıvrıldığı, yüzeysel bir çatışma, ben kimim? Ne olduğunun ve ne olacağının çok bir önem teşkil etmediği, kocaman evren içerisinde bir toz tanesi kadar ufak alanı kaplayan ve hatta gözle görülemeyen bir canlı... Gerçekten canlı mıyız damarlarımız sayesinde kalbimiz kan pompalamaya bu kadar susamışken sahiden hareket eden bir canlı mıyız? Kalp kan pompalarken, bizim kim olduğumuzu sorgulayışımız gibi, bu denli yoruluyor mudur acaba. Tüm bu yaşamımda yıllar geçse de bir tarafım bunu hep merak edecek. Tüm bu yaşamımda sabahları aynaya karşı yinelenen ben kimim sorusu, geri kalan yaşamımda cevapsız bir şekilde devam edecek mi?
Kim oluşumuz, kim olmayışımızla karşılaştığı zaman teknik olarak bu sorumuza kısa bir cevap bulmaz mıyız? Fakat her gün kim olmuyoruz, her gün yenileniyoruz. İnsanlara bahsettiğim kendi halindeki detaylarım her gün unutulurken bir sonraki gün tıpkı iyileşen bir deri gibi yeni bir detay ekliyorum kendime ve devam ediyorum beni ben yapan şeyleri biriktirmeye ve devam ediyorum kendimi bulduğum cümlelerin altını çizmeye. Kim olduğum tüm bu detaylarımda saklıyken ve her geçen gün aralarına yenisi eklenmeye devam ederken, detaylarımı unutan insanlara mı evriliyorum bir anlığına ya da onları fazla tanımaktan mı bu haldeyim? Ben şimdi kimim kim olmayışımda? Kim olduğumu gerçekten bilmek istiyor muyum yoksa her gün insani görevimi mi yerine getiriyorum, bilmiyorum tıpkı bir saniye sonrasını bilemediğim gibi, kahin duygularından arınışımın ebedi bir bilinci gibi. Kendimi defalarca bulduğum ve defalarca kaybettiğim bu soluk ülkesinde asimile olan bir canlı mıyım sahiden? Mülteci duygularım ve ben kim olmaktayız bu çorak ülkede? Tüm bu edindiğim tecrübeler ve bedenim neden koşup uzaklaşmak ister ki zaman kavramının dışında, ben bu çorak ülkede neden oturup soluklanamıyorum? Neden hep yeni bir ülke arayışındayım? Kim olmak ve kim olduğunu anlamaya çalışmak bu duruma ne de çok benziyor. Çorak bir ülkenin soluksuz kalan insanları, ne bir su var ne de bir nefes...
Ve devam ederken hayat tüm hızıyla, geriye kalan bizler bu hayatın içerisinde bir çark içerisinde sadece koşturarak dönüp durmaktayız. Kimse de seksenler modeli bir araca binip dünyanın sonuna sür demiyor. Demiyorlar çünkü dünyanın sonunu kimse bilemiyor, ne bir saniye ileri ne de bir saniye geriye gidebiliyoruz. Dünyanın sonu ya bizi had safhaya getiren ve nihayet sonunda doyumsal mutluluk, ya da anımıza bir zehir gibi yayılan en acı verici an. Kim olmak ya da olamamak, doyumsal mutluluk ve aciz dolu acı çekme durumu tüm mesele de tam olarak bu. Yaşamakta olduğumuz bu hayatın içerisine sıkıştırdığımız bir duygu; sevmekte olduğumuz ve sevgi serpiştirdiğimiz her insan, her canlı, her nesne, oysa ki bu eyleme takdir görülen her şey o kadar şanslı ki. Tüm değerler yitip gittiğinde ve her şey unutulduğunda duygusal bir eylemi gerçekleştirmiş olmak ve gerçekleştiriyor olabilmek, hızla koşturduğumuz bu çark içerisinde bunun tatminkar duygusuna erişmek, kaçırılan tüm yenilgilerin ve zaferlerin sonucunda patlayan bir şampanyadır belki de. Seni sen yapan her detay uzvundaki bir doğum lekesi ve hikayesi, doğduğun andan itibaren damgalı oluşunun görsel şöleni, her anına tanıklık eden tüm fiziksel detayların, çorak bir ülkede asimile olmaya devam etmekten yorulmayan tüm benliğin, ben kimim sorusuna yanıtsız kaldığında ve aynaya baktığında ve tekrar kim olmayışını hatırladığında kendini bulur mu yeniden ve eklemeye devam eder mi yenilerini eskileri çoktan unutulmuşken ya da yeterince hatırlanmıyorken? Ben kimim sorusuna direkt yokum diyebilsek hiç olmadım, hiç var olmadım, var olduysam bile hafızam kayıp. Bir insan koşturduğu küçücük bu çark içerisinde tüm değerleriyle birlikte nasıl kaybolabilir ki bulunmayı hiç istemiyorken. Bulunsa dahi ne değişebilir ki yeterince susuzken ve üstelik hiç de su yokken. Hiç var olmamış birinin sobelenmesi bir insanı ne denli etkileyebilir ki. Kırmızı perdeler kapandıktan sonra alkışa boğulan bir tiyatro sahnesinin en etkileyici kısmını izleyen bir seyirci miyim kim oluşumda. Oyun bitmiş ve beni sanki en arka koltukta ışığın en az gördüğü yerde unutmuşlar, herkesin koltuktan heyecanla kalkışını izlemişim de kendim orada kalmışım gibi üstelik kapılar da üzerime kilitlenmiş sanki. Bu karanlık tozlu dört duvarda Johnny Cash gelse iki mırıldansa dizine yatsam bulur muyum kendimi yeniden eşsiz sesinde ve kilitler açıldığında kaybeder miyim cebimde kalan bilyelerimi düşürdüğüm gibi onu da düşürür müyüm dünyanın sonuna giderken kim oluşumda...
İşte Senin İçin Kim Olmanın Bir Şarkısı: Franz Schubert-Ave Maria
Soğuk bir zemin ve ısınamayan ayakların arasına sıkışan ömrün asla bitmeyen sorgusu, ben neredeyim? Zamanın ve hatıraların önemsizliğinde ilk gözlerimizi açışımızdan bu güne ve her yeni güne gözlerimizi açışımızda sorulan bu soru. Asla bulunduğu yerden tatmin olmayan ve gideceği yeri bilemeyen bir bedenin olduğu yerden kaçışının anlamsız savaşı. Yegane amacı öndekini geride bırakıp diğerini ardından çeken ayaklar. Ve adımların yorgun, dolu anlamsızlığı.
YanıtlaSilYıllar geçse de hep merak edilecek soru, doğru yerde miyiz?
Her yeni bir adımda sorgu, bir önceki adımdan daha yorgun ve cevaplara artık daha tecrübeli, haliyle daha zor çözülemez soruları doğurmakta. Ve netice her cevap yeni bir soruya gebe.
Nerede olduğumuz soluk mavi noktanın uzağından bir pencere ile bakıldığında biz hep aynı yerde, o soluk mavi noktanın farazi bir penceresinin ardındaki perdenin gölgesindeyiz. Teknik olarak biz bize bakana görünmüyor ve baktığımızda ise göremiyor oluyoruz. Uzak bir mesafedeki her şey gibi, ufuk gibi, soluk mavi nokta.. Her yeni adımımızda doğru yere bir adım daha yaklaşıyor veya aksine uzaklaşıyoruz. Bilinmezliğe yol alışın retorik sorusu..
Asla rahat bir noktası bulunamayan yün yatağın tümseklerinden kaçıp rahat bir halde uyumanın savaşını verirken uykuya dalmak. Aslında nerde olduğumuzun keyfine ancak bu şekilde ulaşılabilir gibi. Arayışın içerisinde gezintinin yoğunluğuna kapılıp amacı unutmak ve sonunda hiç fark etmeden en doğru yerde olduğuna bilinçsizce inanmak. Belki de de nerede oluşunun hiç bir öneminin olmadığını, nerde olduğunu fark dahi edemediğimiz yerde anlarız.
Nerede olduğumuz sorusunun yenilgisi ise ona savaş açan bir soru ile kazanılmakta. Burada olmak yada olmamak, gözlerini kapattığında istediğin yerdesin, işte olduğun yer bu. Tüm değerler yitip gittiğinde ve her şey unutulduğunda duygusal bir eylemi gerçekleştirmiş olmak ve gerçekleştiriyor olabilmek, hızla koşturduğumuz bu çark içerisinde bunun tatminkar duygusuna erişmek, kaçırılan tüm yenilgilerin ve zaferlerin sonucunda patlayan bir şampanyadır belki de. Nereyim sorusunu direkt yok edebilsek, tam da buradayken hiç burada olmadım diyebilsek, silebilsek ayak izlerimizi ve aslında hep her yerde, her zaman olabilsek de fakat yalnızca biz görsek. Onlarca bakan gözün arasında yalnızca hiç var olmamış birisi bakmadan görse. O zaman gözlerimizi kapattığımız anda istediğimiz yerde oluşumuzun acınası kanıtına ulaşılmış oluyoruz.
Soğuk bir zemin üzeri gezintiye eşlik edecek ılık bir şarap tadında cover; Batuhan Yağız - Yürüyorum Dikenlerin Üstünde
Bu güzel yorumlayışın için kocaman tesekkür ederim ve gönderdiğin parça için de teşekkür ediyorum. Uykuya dalmak ya da hiç uyuyamamak ve belki de uyanamamak. Bence tüm sorguladığımız bu gerçekliklerin cevabı burada. Bazen hiç uyanamıyoruz ve susuzluktan öyle boğazımız kurumuş ki bir bardak su için kalkıp mutfağa ilerlemeliyiz fakat uyanamıyoruz işte. Bazen neredeyim sorusunun cevabı uyanamıyorum uykudayım olmalı.
Sil