Gesaffelstein- Humanity Gone

     Bugün bu yazımı yazarken tamamen bir parçaya tutsak bırakıldım. Çıksam çıkamıyorum, tutunsam bir yatak başlığına veyahut pencere kenarına, tutunamıyorum elim kalkmıyor. Elim sanki vücut uzvumdan bağımsız zihnime hükmediyor. Tam olarak bu parça tüm vücut sancılarımın enstrümanla buluşup yakındığı, kulakları büyüleyen ve illüzyon niteliğinde bir tını. Ve bazen sessizliğimde bir parçaya dönüşseydim eğer bazen o parça bu parça olurdu.  Demokrasiye aç  koskoca hiçlikler cumhuriyetinde bir tur düzenleseydim eğer arka fon da kesinlikle bu parça olurdu. Beni avcumun içi kadar bildiğim yerden bilmek istediğim bilinmezliğe sürükleyen gezgin bir parça. Gezerken dinlenip kıvrıldığım çekyatın yay seslerinin rahatsız etmeyişi, çekmeyen bir televizyonda karınca sürülerini izlemem ve kutsal dokunuşla iç çekip başka bir mekanda oluşum. Ağız kaslarımın gülmeyi unuttuğu ve benimse öğretecek dahi gücümün olmayışı sahi öğretsem dahi bir şeylerin anlık çok da farklı olmadığı bu yer. Şimdi ise fobisi olanların bakmaya dahi korktuğu yükseklikteyken rüzgarın estiği yöne doğru bakışım beni biraz tebessüm ettirebilir. Kanatsızlığın beni hiç mi hiç korkutmadığı bu yere hapsolmak, hiç gitmemek dileğim ve burada bir kanada ihtiyacım olmadan saniyelerimi hesaplamadan yaşayabilirim. Ve belki de geçen saniyelerimin ardından gözlerimi açtığımda ayaklarıma temas eden hiçbir şeyden korkmadan denizin en dibindeyim, nefes alıyorum ama öksürmüyorum. Meğer bunca kırmızı perdelerden, alkışlardan ve sahnelerden gülerek ayrılışımın ardından hiç tanımadığım ve hiç bilmediğim, dokunamadığım bir yerlerde gizli bir solungaçlarım olmuş. Ne çok ihtiyacım varmış  nefessiz bırakıldığım her anda bu solungaçlara. Nefessiz kalışlarımın ardından özleminden bitap düştüğüm vücudumun yeni uzvu hoş geldin... 

Beni pirinç tanesi kadar korkutmayan denizin altı, her bir hücrene dokunmak istiyorum ve her bir hücrende yeniden doğmak, yeniden var olmak isterken solungaçlarımı da alıp buradan gidiyorum. Şimdi nerede miyim? Dişleri titreten kış ayında çıplak bir şekilde bembeyaz karların üzerinde yürüyorum ve tenimin morarmaması beni hiç şaşırtmıyor, çünkü burada hiç üşümüyorum. Tek başınalık sanatını konuşturduğum bu yerde yapayalnız ve kıyafetsizim. Kıyafetlerimin olmaması beni mutlu etmekle beraber sıcak tutmaya da devam ediyor. Burada hiç tren raylarına rastlamayışım  gözümden kaçmıyor ve parçanın sesi yükseliyor ardından bir trenin bana doğru yaklaştığını görüyorum... GİTMEK İSTEMİYORUM.

Yorumlar

  1. Tanrı neden bizlere uçmak için bir çift kanat vermez? Dinginliğin ve enginliğin azami sınırına kavuşmak, göklerin en derinine belki aşıp arşı Sirius’a, ötesine geçebilmek...
    Eğer ki Tanrım diyarında şu an benimle konuşuyor olsaydı; “Belki kanadı, kolların kadar o kuşların en büyük hayalidir fikri özgü eli kolu hür, bir sen olmak insan olmak” derdi hayalimdeki o tok keza o gür sesi ile. Bilmiyorum ben tanrı değilim ve hiç şerefinde bulunmadım diyarlarının. Ama o Tanrı benim, bana ait.
    Kimileri bizleri tanrıların yarattığını söyleselerde, tüm saygım ile belirtmek isterim ki, tanrı beni yaratmadı, ben onu yarattım. Peygamber yada kör bir şizofren değilim ama müziğin sesini duymayanlar –nasıl ki- dans edenleri deli sanıyorsa, Tanrının sesini duymayanlar da beni uydurukçu, bir yalancı, bir sahtekar sanıyor. Asla onlara anlatamam vahiy andığım iç sesimin emirlerine itaatimi.
    Benim Tanrımın solungaçları yok. Varsa neden yarattın Tanrım çamurdan Toprakları? Ve ben hiç nefes almadım denizin en dibinde. Denerdim önceleri ama benimde solungaçlarım yok, ben öksürdüm çok ve öğrendim ait olmadığım, olamayacağım, hayatımın bana layık sunmadığı yerde soluyamayacağımı. Tuzlu deniz öğretti bana. Ve aşamayacağım hiç bir yol olmadığını ise ayaklarım. Hatta kanatlarımın olmayışına nispet yaparak öğretti bana ayaklarım.
    Kör bir insan şizofren olmadığını nasıl anlar ki? Çıkmıyor aklımdan nasıl anlar ki? Ona konuştukları kişilerin gerçek olmadığını nasıl anlatırız? Zaten bizi bile görmezken bizim gerçek mi yoksa hayal mi olduğumuzun muhakemesini nasıl yapar?
    Eğer gerçeklikten umudunu kesmiş ve görmemeyi, yalnızca bakmayı tercih eden bir insanın farkı var mıdır bu kör ikilemden? Ona bir hissin gerçek olduğunu nasıl anlatmalı? Yada nasıl susmalı? Belki de; asıl suskunluğu duyabilenler ise o dans edenler, onlara bu dansın ritmini nasıl anlatırım, nasıl tutup hiç uzanmayan elini de nasıl kaldırırım sonu gelemez ritmin ahenksiz dansına? Şimdi “elimde hiçbir şey yok” demekle “ ellerimde koskoca bir hiçlik var” demeyi nasıl betimlerim ellerime dahi bakmayana?
    Ancak isteksizliklerin vücut bulmuş bu an, nasıl çıkar - nasıl çıkar - nasıl çıkar da yol alır sivri çetin yokuştan. Nasıl çıkar yada nasıl çıkar?

    Bir şarkım bu gün dinlenmedi ama ilk duyduğumdan beridir en sevdiğim şiirler arasına giren, ki ben pek anlayamam şiirden, bir şiir bırakmak istiyorum. En dipsiz okyanuslarda saçların atmosfersiz özgürlüğünde, yerde, çamurda en sevilmesi gerekilen bir şiir ve bence kendisinin çok güzel seslendirdiği bir şiir. Komedyenin komik olamayan şiiri.
    Sergen Deveci - Kaldırımlar

    YanıtlaSil
  2. “Kör bir insan şizofren olmadığını nasıl anlar ki? “ Belki de anlamayı da istemez yeterince alışmaktan ve söylenebilir bazenleri Tanrı neden bizlere uçmak için bir çift kanat vermez diye. Ya da çoktan unutmuştur ona verilen parlak beyaz kanatları.
    Şiir için ve güzel tazın için çoook teşekkür ederim her biri birbirinden güzel :)))

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

EĞER SEN DE ROMA SERAMİKLERİNE HAYRANSAN...

Heykeltraş Polyromarchos ve Antik Heykeltraşçılığa Katkısı

UKDELERİMİN İSTİKRARI