Re-cordis

 Tüm duygu ve düşünceler, kuzey kutbunun en ücra köşesinde sıcaktan kavrulan bir şezlonga rastlamak gibi zıt kavramlılar. Bir tutam buz aldıktan sonra tek ihtiyacı olanı ona vermeyip, şezlong sıcaktan kavrulurken oldukça soğuk olan buzların üzerine uzanıp ne kadar buz ne kadar şezlong olduğumu düşünüyorum. O şezlongu oracıkta bırakmayacağım biraz serinledikten sonra buz gibi arpa suyuna hayır demeyecektir. Eğer varlığımın birazı buz ise birazı da kavrulmuş plastik bir şezlongdur bunu biliyorum ve o halde şezlongu tanıyorum. Elimi uzatıp dokunduğum anda Dante' nin İlahi Komedya' sı eşliğinde bu sıcaklığın daha önceden duyularım tarafından algılanıp hissedildiğini hatırlıyorum. Soluk, kavrulan, dili olmayan şezlongdan hemen sonra bir kesit yankılanıyor ''Geçmişteki mutluluğu anımsamak kadar büyük acı yoktur '' Bunu nasıl yapabiliyor? Dili olmayan bir şezlong altı çizili cümlelerimi nereden biliyor. Onu susturmak istiyorum bu şezlongun beni gerçekten tanıyor olması yüzleşmek istemediğim hayal kırıklarıyla harmanlanan paslanmış bir tutsak gibi. Zihnimin içinde her ay kiraları geciken, bazense susmak nedir bilmeyen boş boğaz kiracılarımın uğultusu yankılanıyor. Zihin apartmanımın küçük dairesinde yaşayan ve düzenli olarak kirasını ödeyen sürrealist kadın bu durumu bir tabloyla yorumlamak istiyor. Salvador Dali' nin Belleğin Azmi adlı meşhur eriyen saatlerin ve peynirin yer aldığı tablosunun bu olaydan farksız olduğunu ince sigarasını içine çekerek, ardından kırmızı ojeli elleriyle külleri yere düşürürken anlatmaya devam ediyor. O güzelim ses tonunun oluşturduğu cümlelere, yüzüne bıraktığı sıcacık gülümsemesine oracıkta düşen küllere bakarak kanıyorum. Zamandan ve mekandan habersiz bir ipin kesilip başka bir yere konulması ve ardından yumağını bulamaması gibi öylece tabloda sıcaktan kavrulan bir şezlong ve bir de kuzey kutbunda dondurucu bir buz arıyoruz. İnsanın çoğu zaman gözünün önündekini göremeyeceğinin bilincinde olup tam olarak gözümüz var mı ya da göz diye adlandırdığımız duyu organı aslında gerçekten yüzümüzde mi sorgulamaya başlıyoruz. Fazla dayanamayıp kiracım kör olduğunu ve aslında tabloyu hiç göremediğini itiraf ediyor. Soğuktan bunalmışken sıcaktan da üşürken yattığım yerden kalkmıyor ve zihnimdeki dizaynın beni nasıl alt edişini izliyorum. Görmeyen iki göz olmadan, tek vücut, tek düşünce ile yavaş yavaş tabloyu tanımaya başlıyorum. Eriyen saatin aslında sıcaktan başı dönen şezlong olduğunu biliyorum. Fakat tablonun mekanı hiç soğuk buzullara benzemiyor. Tablonun geçtiği konum üstelik o kadar sıcak ki saatler bile erimiş, artık asla eski haline gelmeyecek olan saatler için zaman durmuş durumda ve mekanın da çok bir önemi yok aslında. Çölleşen zihnimin kum fırtınasından kaçamayıp, gözlerimi açtığımda eriyen bir saate dönüşürken Dante' nin gittikçe çukurlaşan ceza sisteminin en ağır tarafında yer aldığımı fark ediyorum. Birde ne göreyim benim ikramlığım olan buz gibi arpa suyunu solmuş, sıcaktan kavrulmuş bir şezlong bana doğru getiriyor. Gözleri görmeyen erimiş bir peynir ise beni daha önceden tanıdığını bir ressamın bizi zevkine kurban edip yarattığını anlatıyor. Tam olarak zevk kavramının doruk noktalarından bahseden erimiş peynir, soğuktan korktuğunu ve erimekten başka bir şey bilmediğini söylüyor. Sıvı durumuna geçmenin trajedisini tek başına oynayıp tek başına alkışlıyor. Arpa suyumuz da bittikten sonra cehennemden çıkma arzusuyla kavrulurken zorla barınmak istemediğimiz cehennemden tırmanarak kolayca çıkıyoruz. Yattığım yerim hala soğumamışken tekrar uzanıp kıvrılıyorum. Anlam bütünlerinin tümüyle heyecanın doruklarını yaşıyoruz bunun nedeni ise peynire donmanın  ne demek olduğunu öğretecek olmamız. Ah bu peynir niçin bu duyguyu merak eder anlamış değilim. Tam da bu anda içinde bulunduğumuz durumu sorgularken  peynirin serin gökyüzünde havalanan asi bir uçurtma oluşunu izlemek, kendini buluşunu ve veda dahi etmeden bir tablodan kaçışını izlemek... Tüm bu kaçışlar bana, kimi kaçışların ne denli huzurlu ve güzel olduğunu somutlaştırdı. Teşekkür ederim Dali soyut olan kavramları somut kıldığın için. Şezlongumla baş başa kalışımızın ardından doğru olanı yapıp, hüzünlenen kalplerimizin seslerini bastırırken, tek dileğimiz can alıcı tatsız bir fırtınanın ortaya çıkıp, kendini bulan uçurtmamıza zarar vermemesi. Eğer bu duygu durumumuz bir misafir kabul edecek ise kapımızı çalan kişi Hans Zimmer olurdu. Yarattığı zaman paradoksunun içinde hasat zamanı hoyratça koparılan bir nohut tanesi oluyoruz. Ne tuhaf bu ezgiyle bir bakliyata dönüşüp bütün olmak, ne garip ''Geçmişteki mutluluğu anımsamak kadar büyük acı yoktur '' cümlesinin  kalbimizi yaralayan  zehirli bir hançere dönüşmesi. Hoyratça koparıldığımız belki de daha sonraları kısık ateşte mideye ziyafet olarak gitmenin bekleyişini gerçekleştirdiğimiz eriyen saatin içindeki zamandan uzaklaşıyoruz. Tablodan kaçan erimiş saatin, hasattan habersiz bir şekilde köklerinin  derinlerde kaybolduğu bir nohuda dönüşmesini, kendini bulmanın canlı varlık boyutunu izlerken yağan yağmurla sırılsıklam olduğumuzu fark ediyoruz. Sığınacak bir yer bulduktan sonra şezlongu fazla düşlü buluyorum ve neden bu halde olduğunu soruyorum. ''Nasıl unutulur düşünmek'' yanıtının tatminkar düzeyde olmaması beni tebessüme sürüklüyor. Shakespeare alıntılarının gerçekliği zaman zaman beni korkutmuştur fakat burada korkumun bir tebessüme dönüşmesi ve düşüncelerimizin yastık ve battaniye ihtiyacını gidermesi rahatsız olunacak bir durumun gösterişsizliğidir cevabını veriyorum. Havanın aniden puslanmasıyla beraber şezlongun orada olmadığını fark ediyorum. Dişlerimi adeta dans ettiren bu soğuğun, kuzey kutbunun bir getirisi olduğunu anlamam uzun sürmüyor. Tüm düşlerimi huzura erdiren gördüklerim, şezlong için tanımı olmayan göz yaşartıcı bir duyguydu ve bundan emindim. Sıcaktan kavrulan şezlongun buz çiçeğine dönüşmesi işte şezlong için adil olanı buydu. Tüm bu gördüklerime bir piyanist güzel parmaklarıyla besteler yapabilirdi.  Bestenin adı ise kendini bulmanın serinliği diye tanıdık bir ses konuşmaya başladı. Bu sesi daha önce tanıyordum ve sahibinin görme duyusundan yoksun olduğunu da biliyordum. Görme duyusu olmayan kiracımın gözleri ise artık şahin gibi keskindi. Uzun zamandır görmeyen bir insan belirli zaman sonra görmekten de korkmaz mıydı?  Bu sorum tüm bu olanları değiştirmeyecekti. Her şeyden haberi olan güzel gözlü  kiracım ise bir tabloya ev sahipliği yaptığımı söyledi. Hangi tablo olduğunu ise gevelemeden direkt dile getirdi. Bu tablo şüphesiz ki Caspar David Friedrich' in Bulutların Üzerinde Yolculuk eseriydi...

İşte senin için tablo gibi bir parça: Erik Satie-Gnossienne No.1

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

EĞER SEN DE ROMA SERAMİKLERİNE HAYRANSAN...

Heykeltraş Polyromarchos ve Antik Heykeltraşçılığa Katkısı

UKDELERİMİN İSTİKRARI